Prof. Dr. Sefer Aycan’dan Milletvekillerine Çevre Sağlığı Konuşması
MHP Kahramanmaraş Milletvekili Prof. Dr. Sefer Aycan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 28 Kasım 2018 günü yapılan birleşiminde Çevre Kanunu’nda ve diğer bazı kanunlarda değişiklik yapan kanun teklifi üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına ve şahsı adına söz alarak Meclis Kürsüsünden Çevre Sağlığı konusunda bir konuşma yaptı.
Konuşmanın tam metni ve videosu aşağıdadır.
Prof. Dr. Sefer Aycan ve Çevre Sağlığını savunan milletvekillerinin sayılarının artması ve hak edilen seviyeye ulaşmasını temenni ederiz.
MHP Grubu Adına Sefer Aycan (Kahramanmaraş) – Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; görüşülmekte olan Çevre Kanunu’nda ve diğer bazı kanunlarda değişiklik yapan kanun teklifi üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına ve şahsım adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sayın milletvekilleri, çevre konusunu tartışırken önce Anayasa’mıza bakmak lazım. Anayasa’mızın 56’ncı maddesinde çevre ile sağlık birlikte ele alınmıştır ve tek maddedir. Hem çevrenin hem de sağlığın ifade edildiği tek madde Anayasa’mızda 56’ncı maddedir. Anayasa’mızın 56’ncı maddesinde der ki: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” Ve yine maddenin devamında “Çevreyi geliştirmek, çevreyi sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” der. Şimdi, bu Anayasa’daki ifadeler hakikaten doğru ve çağdaş ifadelerdir. Sadece korumaktan değil, kirlenmeyi önlemekten değil, geliştirmekten bahsetmektedir. Geliştirmek bir süreçtir, dinamik bir süreçtir; korumak statükodur ama geliştirmek sonsuz bir kavramdır, bugünkü hâlinden daha iyileştirmektir ve sonsuz şekilde geliştirmeyi ifade eder. Onun için, Anayasa’mızdaki “çevre ve sağlık” ifadesi çok doğru bir şekilde ifade edilmiştir; hem sağlığı hem çevreyi korumak ve geliştirmek gerekir. Bunun için de vatandaş ve devlet ortak sorumluluk altındadır ve görevlidir.
Görüştüğümüz Çevre Kanunu, 2872 sayılı Çevre Kanunu 1983 yılında kabul edilmiş bir kanundur ve yeni bir kanundur; ilk defa ayrı bir Çevre Kanunu mevzuatımıza girmiştir. Bu anlamda da önemli bir kanundur Çevre Kanunu ve Çevre Kanunu’nun da amacı direkt çevreyi korumak ve geliştirmek olarak ifade edilmiştir. Bu, mantık açısından yine doğru bir yaklaşımdır.
Tabii, bu kanun 1983’te çıktığında ki bundan önce bizim mevzuatımızda çevreyle ilgili “çevre sağlığı” kavramı vardır. Ayrı bir çevre kanunumuz yoktur ama mevzuatımızda çevre sağlığı kavramı vardır. Özellikle, 1930 yılında çıkarılan 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’ndan bahsetmek istiyorum. Bu, 1930 yılında çıkartılan efsane bir kanundur. O gün itibarıyla yasayı hazırlayanlar çevrenin ve çevre sağlığının korunmasından bahsetmektedir; çağın ötesinde, günün ötesinde çok çağdaş normlar içeren bir yaklaşımdır.
Yine mevzuatımızda, 1961 yılında 224 sayılı Yasa’yı çıkarmış bulunuyoruz. 224 sayılı Yasa’da da çevre sağlığı, çevreyi korumak sağlık hizmetlerine verilmiştir ve bu anlamda kurulan Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanun’unda kurulmuş olan sağlık ocakları çevre sağlığı hizmetlerini verirlerdi. Sağlık müdürlükleri çevre sağlığıyla sorumluydu. Çevre sağlığı, çevreden insan sağlığına etki edecek olumsuz etkileri kontrol etme yaklaşımı içerir. Bu yönüyle de doğru bir yaklaşımdır ve o zaman ki hekimler ve özel olarak gelişmiş olan, özel olarak ortaya çıkmış olan çevre sağlığı teknisyenleri çevre sağlığı hizmetleri verirlerdi.
Tabii, 1983 yılında kabul ettiğimiz 2872 sayılı Kanun’la ilk defa çevre konusu ayrı bir kanun hâline gelmiştir fakat ayrı bir kanun olmasına rağmen kirlenmeyi önleyememiştir, önlemesi de zordur. Bugün su kirlenmiştir, hava kirlenmiştir, toprak kirlenmiştir, şehirler kirlenmiştir ve şimdi yine bu çevre kanununda değişiklikler yapmak üzere bir kanun teklifiyle bu gündemde değerlendirmeler yapıyoruz. Sadece Çevre Kanunu’nda değil, İmar Kanunu’nda, Kıyı Kanunu’nda afet riski olan bölgelerle ilgili değerlendirmeler yapıyoruz. Bu şunu gösteriyor ki, bir sorun var. Bu sorun uygulamada karşılaşılan sorunlardır ve “Yeni düzenlemeler sorunları çözecek midir?” derseniz, ben bu konuda biraz karamsarım. Yeni düzenlemelerin de çevre sorunlarını çözeceğini sanmıyorum. “Neden?” derseniz gerçekte çevreye önem vermiyoruz, değer vermiyoruz ve çevreyi korumuyoruz. Aslında Anayasa’mız hem çevreyi korumayı vatandaşa hem de devlete görev olarak vermiş olmasına rağmen hep birlikte çevreyi kirletiyoruz, hepimiz kirletiyoruz. Vatandaş olarak, işte, yol kenarlarında pet şişeleri yığınlarını görüyoruz, plajlarda yığınları görüyoruz. Yolda giderken arabadan poşet atan insanlar bizim insanlarımız. Vatandaş böyle, sanayici böyle.
Sanayici, maalesef, çevreyi kirletmekte ısrarla kötü davranışlar içerisinde bulunmaktadır. Biz sanayiye karşı değiliz ama sanayi kuruluşlarının çevreyi kirletmeme konusunda özen göstermesi gerekir. Elbette sanayiye de ihtiyacımız var, enerjiye de ihtiyacımız var, linyit santrallere de ihtiyacımız var ama herkesin kuralına göre davranması ve gereğini yapması lazım. Filtresi olmayan linyit santrallerinin verdiği zararları tolere etmek mümkün değildir. Kendi şehrimde Afşin-Elbistan Termik Santrali vardır, A ünitesinin filtresi yoktur ve buradan çıkan gazlar, tozlar içerisinde radon içermektedir ve radon insan sağlığı açısından son derece risklidir, kanserojen bir maddedir.
Onun dışında, kamu da çevreyi kirletmektedir. Devlet örnek olması gerekirken bu konuda yanlış davranışlar içerisindedir ve duyarsız davranmaktadır, örnek olması gerekirken yanlış davranışları sergilemektedir ama çevre konusunda en büyük sorumluluğu olanlar belediyelerdir. Belediyelerin direkt görevi aslında çevre sağlığıdır. Yine, 1930 yılında çıkan 1580 sayılı Belediyeler Kanunu’nda belediyelerin görevleri olarak direkt çevre sağlığı görevleri tanımlanmıştır.
Dünya bugün sağlıklı şehirlerden bahsetmektedir. “Sağlıklı şehir” dediğimizde aklımıza çevre konusundaki risklerini kontrol etmiş şehirler gelmektedir ama bu konuda da sınıfta kaldığımızı düşünüyorum. Yaşanabilir şehirler kriterlerine giren şehirlerimiz maalesef yoktur. Burada hepimiz sorumluyuz. Bir kanalizasyon arıtma sistemi olmayan şehir, büyükşehir olur mu? Hâlâ bugün kanalizasyon sorunlarıyla karşı karşıyayız. Kanalizasyon dediğimizde, sadece toplama akla gelmektedir. Oysa, efektif arıtma olmadan kanalizasyon olmaz. Kanalizasyon sadece tam manasıyla arıtsa bile çevreye veriliş şekli de önemlidir. En yakın denizlere boşaltıyoruz, denizlere boşaltırken 1 kilometre içerde ve 100 metre derinlikte boşaltmamız lazım. Ancak, böyle yaptığımız zaman biyolojik kirliliği arıtsak bile kimyasal kirlilik devam etmektedir.
Bu yasayla gelen önemli kavramlardan biri, kirletenin ödeyeceği kavramıdır. Fakat, bunu da yanlış anladığımızı ve yanlış yorumladığımızı düşünüyorum. Yasada “kirleten öder” mantığı, aslında kirletenin arıtma için gerekli olan masrafları karşılaması anlamına gelmektedir; yoksa, kirletip istediğiniz kadar da para ödemek anlamına gelmemektedir. Bugün bu yasa değişikliği teklifinde, aslında en çok bunu yapıyoruz, idari usulde değişiklikler yapıyoruz ve idari cezaları, para cezalarını artırıyoruz ama bu para cezalarının hiçbirisinin caydırıcı olduğunu düşünmüyorum veya bu kirletmenin parasal karşılığının olmadığını düşünüyorum. Tankerlerle petrollerini denize boşaltan kişinin denizlerimize verdiği zararları nasıl temizleyeceksiniz veya bu kirletmenin, kimyasal kirletmenin meydana geldiği kanseri nasıl parayla ifade edeceksiniz?
Bugün ülkemizde ve tüm dünyada kanser vakaları artmıştır. Kimyasal kirliliğin getirdiği bir şeydir bu ve bugün kanserler dünyada ikinci ölüm nedenidir hem Türkiye’de hem dünyada kanser vakaları artmıştır ve kansere bağlı ölümler yükselerek devam etmektedir. Şimdi, bir kanserden meydana gelen ölümün parasal değeri nedir, bunu nasıl tolere edeceğiz? Hangi para bunu karşılayabilir? İşte, bugün, sadece bu para cezalarını artırmaya yönelik düzenlemeler vardır ve bunların uygulamasında da sorun vardır. Yasalarda tanımlamışız para cezalarını ama buna rağmen kirletme devam ediyor. Şehrim Kahramanmaraş da su zengini bir şehir idi, Aksu ve Ceyhan’ın kirliliği devam etmektedir, sanayi kuruluşları kirletmeye devam etmektedir. Bunlara ceza uygulaması nasıl yapılacaktır, yaptırımları nasıl uygulayacağız? Bu konuda da duyarsızlık var veya bu konuda da etkili olamama sorunu var.
Kanunda bir diğer konu ÇED olayıdır, çevresel etki değerlendirmesidir. Çevresel etki değerlendirmesinin de yarar getirmediğini, teorik olarak çok doğru bir düzenleme olmasına rağmen pratikte yarar getirmediğini düşünüyorum. Bir kere “ÇED olumsuz” ya da “ÇED gerekli değil” raporunun çok doğru bir mantık olduğunu düşünmüyorum. Her sanayi kuruluşu az veya çok çevreye zarar verir. Şimdi, bir sanayi kuruluşuna “ÇED gerekli değil” dediğinizde bunun oluşturacağı zararları yok sayıyorsunuz. Veya ÇED raporu görüşülüyor, ÇED’in aslında tüm vatandaşın bilgisine sunulması, onun huzurunda yapılması lazım ama bilmiyorum, hiç ÇED raporunun sunumuna katılanınız var mıdır? Bir duyuru yapılıyor ama bu duyuruya kimsenin itibar ettiğini de görmüyorum ya da itibar etseniz ne olacak? ÇED raporlarının sunumuna katılıyorsunuz, vatandaş olarak itiraz ediyorsunuz, itirazınız dikkate alınmıyor; orada yaşayacak olan sizsiniz, sizin sağlığınızı tehdit eden bir durum söz konusu ama vatandaş bu konuda itiraz ettiğinde, bunun sağlığına uygun olmadığını belirttiğinde etkili olamamaktadır, buna rağmen, vatandaşın itirazına rağmen sanayi kuruluşları yapılmaktadır. Oysa sanayi kuruluşları yapılırken eskiden bunu çok daha düzgün yapardık. “Gayrisıhhi müessese” tanımımız vardı. Gayrisıhhi müessese, uygun çalışmadığı için çevresine ve içinde çalışan insanlara zarar veren müessesedir ve bunun başlangıçta, yer seçimi aşamasından itibaren ruhsatlandırılması gerekir. Ve orada, eskiden, gayrisıhhi müessese ruhsatlanırken sağlık kuruluşlarının görüşü alınır, sonra Sanayi Bakanlığı tarafından ruhsat verilirdi. Birinci sınıf gayrisıhhi müessese ise bir müessese, Sağlık Bakanlığının görüşünü alarak Sanayi Bakanlığı tarafından verilirdi.
Şimdi, kâğıt üzerinde ÇED raporlarına bakıyoruz, son derece doğru olabilir, iyi olabilir fakat bunların yapılmasında ya da yapılmış olmasına rağmen işletmesinde sorun var. Arıtma tesisleri ya da filtreleri çalışmayan sanayi kuruluşlarının verdiği zararları nasıl tolere edeceğiz?
BAŞKAN – Tamamlayalım lütfen.
SEFER AYCAN (Devamla) – Tabii, evsel atıklar, artıklar ayrı bir konu; kanalizasyon ayrı bir konu, hava kirliliği ayrı bir konu; bunları konuşamıyorum, atlıyorum; şehir planlaması, imar konusu ayrı bir konu.
Sağlıklı şehirler oluşturamadık, sağlıklı evler oluşturamıyoruz. Bugün “konut sağlığı” diye bir sorun var. Özellikle konutlarda formaldehitten dolayı herkeste baş ağrısı var. “Hasta bina sendromu” diye tanımlanan bir klinik tablo var. Alerjik hastalıklar artmış durumda, astım artmış durumda; yine bu da bina sağlığını göstermektedir.
Teklifte 2 tane madde üzerinde endişelerim var. Özellikle 18’inci maddede, su alanlarına yenilenebilir enerji üretim santralleri kurulmasını doğru bulmuyorum. Her ne kadar yenilenebilir enerji de olsa, burada ısı artışı yaparak suyun kirlenmesine neden olacak ve buradaki doğal hayatı bozacaktır.
SEFER AYCAN (Devamla) – Bunun dışında, riskli yapıların yıkımı konusunda müteahhitlere neden yaptırım uygulamıyoruz, bunu da anlamıyorum.
Son olarak da yasalarımızda, aslında Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmış olmasına rağmen 181 ve 182’yi neden kullanmıyoruz? Bunu da sorgulamak istiyorum çünkü bu kirletmeler bana göre kasten kirletmedir ve kasten kirletmenin Türk Ceza Kanunu’nda karşılığı 181’dir, hapis cezası gerektirir ama bunu da uygulayacak savcılara ihtiyacımız var ya da idari cezaları uygulayacak, çevre sağlığında çalışan memurlara ihtiyacımız var.
Teşekkür ediyorum.